cnm zaten bi yapmaya basla çok eğllenceli rpg olmaz yoksa daha iyi vrmek fln yani yapmaya başlarsan anlarsın bir örnk rpgmi koyuorm:
Yüksek tavanlı Hufflepuff yatakhanesinin üzerine uykulu bir sessizlik çökmüştü. Saat sabahın beşi idi. Etraftaki tek hayat belirtisi; ancak iyice kulak kabartırsanız duyabileceğiniz nefes sesleri ve ara sıra gelen yorgan hışırtılarıydı.
Luna gözlerini dört direkli ranzasının alt katında açtı. Yatağının yanındaki komodinin üstünde duran ışıklı saatinin kaçı gösterdiğine baktı ve başını tekrar yastığına gömdü. Neden sonra kalkmaya karar verdi. Alacakaranlıkta bu sessiz yatakhane, gözüne biraz alışılmışın dışında gözüktü. O ve ailesi büyücüydü evet… Bu manzaralara alışık olması beklenirdi. Ama yine de burada, Hogwarts’ta, evinden binlerce kilometre uzakta ve tanımadığı büyücü yaşıtlarıyla aynı yatakhanedeyken, bu ortam ona yabancı geliyordu.
Luna kimseyi uyandırmamaya fazlasıyla dikkat ederek, aralanmış devasa pencereye doğru yürüdü. Pervaza yaslandı. Bu alışık olduğu bir şeydi işte. Küçüklüğünden beri düşünceli olduğu zamanlarda, pencere pervazlarına gider, oturur ve gecenin ya da günün hangi saatiyse o vaktin, çevrede yarattığı etkiyi izler, izler, izlerdi… Bazen hiç farkında olmadan, saatlerce orada öylece oturmuş olurdu.
Luna bütün bir gece yumuşacık yorganının altında olduğundan, açık pencereden odaya sızan sabah ayazıyla ürperdi. Ama bu hoşuna gitmişti. Başını pencereye yasladı ve gözünü uzaklara dikerek hayallere daldı.
Onu hayallerinden çekip alan, kız arkadaşlarının yavaş yavaş kalkmalarıyla odada yankılanan neşeli konuşmalar ve ürkek gülüşmelerdi. Kim olduğunu kestiremediği alımlı esmer bir kız, arkadaşına kahvaltıya inmeleri için öneride bulundu. Bununla beraber bütün kızlar kahvaltı için Büyük Salona doğru ilerlediler. Salon girişine az bir mesafe kala gözlerine, panoya asılmış bir bildiri ilişti. Luna ayaklarının üzerinde yaylanarak bildirinin tamamını görmeye çalıştı. Kalabalıktan önce fısıltılar halinde yükselen sesler, yerini birkaç dakikaya kalmadan heyecanlı ama bir o kadar da keyifli konuşmalara bırakmıştı.
Luna bildirinin, Hogsmeade Köyü’ne yapılacak olan geziyle ilgili bir duyuru olduğunu anlamıştı. Yazıyı büyük bir dikkatle okudu ve kahvaltı için diğerlerine katıldı. Yulaf lapası ve yumurtasını yerken bir yandan da kuzeni Sasha’dan dinlediği kadarıyla bu şirin büyücü köyünü hayal etmeye çalıştı.
Kahvaltıdan sonra yatakhaneye dönen, içlerinde Luna’nın da bulunduğu Hufflepuff’lı bir grup yeniyetme birinci sınıf öğrencisi, merdivenlerdeki tuzaklara alışık olmadıkları için yanlarından geçen büyük sınıf büyücülerin alaylı sözlerine maruz kalmışlardı. Tedirgin yüzlerinde, tuzaklara takılıp sendeledikçe mahcup bir gülümseme beliriyor, hemen ardından, işittikleri gurur kırıcı sözler yüzünden, gülümsemeleri suratlarından buharlaşıp gidiyordu.
Neyse ki, tüm bu “ilk gün sendromu hadiselerini” unutturacak, beş saatlik bir Hogsmeade gezisi vardı önlerinde…
Luna orada birkaç arkadaş bulabilmeyi umdu. Bir çırpıda kıyafetlerini giydi ve Giriş Salonu’na doğru ilerledi. Orada, heyecanlı kalabalığın arasında, önceki gün tanıştığı ama farklı binalarda oldukları için fazla konuşamadığı 2 arkadaşı vardı. Biri Slytherin’den Josh, öbürüyse Gryffindor’dan Terry idi. Terry Luna’yı görür görmez yanına koştu. Josh kocaman bir gülümseme eşliğinde elini salladı.
“Selam kızlar! Nasıl gidiyor? Kahvaltıda pek konuşamadık. Hogsmeade gezisi için sabırsızlanıyorum, ya siz?” dedi. Böylece Terry, Josh ve Luna konuşa gülüşe Hogsmeade yolunu tuttular. Üçünün de ilk gidişiydi bu ve hepsinin aklında aşağı yukarı aynı manzara vardı. Zonko, Weasley’lerin dükkânı, Balyumruk, Domuz Kafası, Bağıran Baraka ve daha pek çok büyüleyici mekân onları bekliyordu. Hiçbirinin tüm bu yerleri gezmeden Hogwarts’a dönmeye niyetleri yoktu.
Hiç farkına varmadan köyün girişine gelmişlerdi bile. Köy uzaktan bakıldığında mini mini pek çok kulübe ve dükkânın bulunduğu, Hogwarts’ın karşısındaki gölün etrafına kurulmuş, sihirle dopdolu bir yer olarak gözüküyordu. Eh yalan da sayılmazdı. İngiltere’nin tek mugglesız köyü olan Hogsmeade’de, tatil sezonu boyunca büyülü mumlar ağaçları süsler, kışınsa çam ağaçlarından ve dükkânların çatılarından sarkan buz kütleleriyle peri masallarını andırırdı. Etrafını büyük bir dikkatle izleyen Luna:
“Balyumruk’a gidelim mi? İlginç bir yere benziyor” dedi. O sırada dükkânın önüne gelmişlerdi. Üçü de hayrete düşmüş gibi görünüyordu. Burası bir şekerci dükkânıydı. Ama sıradan olmadığı her halinden belliydi. Devasa bir vitrini ve vitrine yakışacak koca bir tabelası vardı. Her yere “Bertie Bott’un Bin bir Çeşit Fasulye Şekerlemelerine yeni çeşitlerimiz eklenmiştir” gibi notlar iliştirilmişti. İçerisi öğrenci kaynıyordu. Josh, Terry ve Luna güçlükle içeriye daldılar. Gözlerine çarpan ilk şey özenle dizilmiş yüzlerce çeşit çikolata, kaymak gibi nugat topları, ışıldayan pembe hindistancevizi buzu küpleri, iştah açıcı bal renkli karamelalar, fışırdayan vızvızlar adındaki şerbet topları oldu. Ama bunlar yalnızca ilk etapta gördükleriydi.
Biraz ilerlediklerinde raflardan birinde oldukça ilginç bir ürüne rastladılar. “Özel Efekt Tatlıları”: Drooble’ın En İyi Balonlu Sakızı( Odayı, ne yaparsanız yapın günlerce çıkmayan çan çiçeği mavisi baloncuklarla doldururlar); tuhaf, kıymık kıymık Diş Temizleyici İplik Naneler; minicik, siyah Biber Şeytancıklar(Arkadaşlarınızı etkilemek için alev püskürtebilirsiniz); Buz Fareler(Dişleriniz takırdayacak, gıcırdayacak); kurbağa biçiminde naneli kaymaklar( Midede gerçekçi bir biçimde hoplayıp, zıplar); şeker kaplı kırılgan Tüy Kalemler ve Patlayan Bonbonlar… Luna:
“Şu naneli kaymaklardan mutlaka almalıyım” dedi kızlara.
Terry ”Hey midende hoplayıp zıplarken hiç de o kadar lezzetli olacağını sanmıyorum” dedi
Luna “İşin eğlenceli tarafı bu Terry” diye cevap verdi. Gezintiye devam ettiler. Biraz ileride Alışılmadık Tatlar reyonu vardı. En üst rafta büyük bir kâse ve içinde karafatma sürüsü olduğunu tahmin ettikleri, siyah, hareket eden şeyler vardı. Josh eliyle, orta raflardan birine dizilmiş olan Jöle Sümüklüböcekleri gösterdi. Terry
“Asıl sen şunlara bak” diyerek Asit Pop dolu, cam bir kavanozu gösterdi. Bir grup öğrenci, yanlarından geçerek, ellerindeki bardakları fıçıya dayayarak, o günün promosyon ürünü olan Kanarya Kremasını tattılar. Luna o sırada bir Meyan Kökü asası, bir Ton Dil Bonbonu, bir Kan Aromalı Lolipop( bunu niye aldığını ya da yiyip yemeyeceğini inanın kendisi de bilmiyordu) ve son olarak kurbağa biçimli Naneli Kaymaklardan aldı.
Yüzlerinde fark edilir bir memnuniyet ifadesiyle dükkândan ayrıldılar. Oradan çıkıp Zonko’nun ünü her yere ulaşmış Şaka Mağazasına gittiler. İçeride neler yoktu ki…
Tezek bombaları, kendi kendini karan oyun kartları, sonradan tavuğa ya da morina balığına dönüşen sahte asalar, burun ısıran çay bardakları, kurbağa yumurtası sabunu, asitli lolipoplar, geğirme tozu, kendi çıbanını kendin çıkartlar ve hıçkırık şekerleri vardı. Büyük ve ayrı bir rafta büyücü oyunları dizilmişti. Büyücü satrancı ve patlayan pişti kartları bu reyonda bulunuyordu. Luna ve arkadaşları büyücü satrancı ve burun ısıran çay bardaklarından aldılar. Luna ayrıca geğirme tozu da aldı. Kendi çıbanını kendin çıkart tozlarından alacaklardı ama o sırada bir öğrenci bu ürünü kullanıp, hatırı sayılır ölçüde çıban çıkartmıştı. Pek sevimli olduğu söylenemezdi. Burada da işleri bittikten sonra bir şeyler içmeye karar verdiler. Hogsmeade’de gidilebilecek en iyi yerin Üç Süpürge olduğunu öğrendikten sonra orayı aramaya başladılar. Bulmaları çok uzun sürmedi. Fakat içeride yer bulmaları biraz zor oldu. En sonunda cam kenarında ufak bir masaya geçtiler. Barmene vişne şurubu söylediler. Aldıklarını paketlerinden çıkarıp incelemeye vakit buldukları için mutlu olmuşlardı. Luna diğer masalara şöyle bir göz gezdirdi. Karşılarındaki masada Üç Süpürgede görülmeye pek alışılmamış olan 2 tane kukuletalı büyücü vardı. Önlerinde içki bardakları duruyordu. Bir parşömen parçasının üzerine eğilmiş, hararetli hararetli fısıldaşıyorlardı. O sırada küçük bir öğrenci, arkadaşıyla şakalaşırken onların masasındaki içki bardaklarından birine çarptı. Kukuletalı büyücülerden biri ayağa fırlayarak asasını çekti. Kimse ne olduğunu anlayamadan adam büyülü sözleri söyledi.
“Engorgio!”
Küçük çocuğun başında beklenmedik bir şişlik meydana geldi. Herkes neler olduğunun farkına varınca neşeli konuşmalar anında kesildi. Şimdi herkes telaşa düşmüş görünüyordu. Barmen elinde asasıyla barın arkasından çıktı ve “Çıkın buradan! Hemen terk edin burayı yoksa asamı kullanmak zorunda kalacağım!” diye bağırdı. Kukuletalarının içinden hain ve alaylı gülüşler duyuldu. Ama yine de orayı terk ettiler. Giderken kapıyı sert bir biçimde çarpmayı da ihmal etmediler. Luna ve arkadaşları bu adamların kim olduğunu, o parşömende neler yazdığını merak edemeyecek kadar korkmuşlardı. Hızla orayı terk ederken, barmen ağlayan ve kafası gittikçe daha da şişen çocuğa şifa sihirleri yapıyordu. Kalıp, işe yarayıp yaramadığını görmek isterlerdi ama Hogwarts onlar için daha güvenli geliyordu şimdi… Zaten yirmi beş dakikalık zamanları kalmıştı. Dükkânların önünden hızla geçip, Hogwarts’a gidecekleri yola doğru ilerlediler. Profesörler yavaş yavaş meydana doğru geliyorlardı. Gidip birine anlatmayı düşündü Luna ama… Sonra niyeyse vazgeçti. İlerleyen günlerde belki birilerine anlatırdı, kim bilir… O anda Profesör Fortmant’ın sinirli bir şekilde “Acele edin, acele edin gitme vakti!” dediğini duydular.
Kalın montlarına sarılarak, öğrenci grubunu takip etmeye başladılar…
Gördün mü? kndi ağızımızdn yaparsk çok daha sıkıcı oluyo bu arada rpgmi sakın çalmayın ha!
bi hp rpg sitesinde yasmıştım...